Yürüyoruz yürüyoruz, erkekler için de yürüyoruz
Çünkü hâlâ bizim oğullarımızdır onlar
……
(James Oppenheimer, Ekmek ve Güller, 1911)
Merhaba ben bir
kadın yoldaşınız. “Kız değil, kadın!” cümlesini ilk deştiğimde yıllardır
yaptığımız bu ayrıma şaşırıp, kadın kelimesini sahiplenmek istemiştim. Ama bize
dayattıkları düşünce o kadar ayrımcı ki kendi kimliğime seslenişim zaman aldı.
“Kadın arkadaşımız”, “Ben kadın olarak…”, “Kadınlar yurdu”. Bu kelimeyi kullanışlarımda
karşımdaki çoğu kez afallamıştır. Öyle ki bazen ben bile söyleyemedim. “Pardon
kadınlar lavabosu nerede?” demek için içimden bir saniye “Bayanlar mı diyeyim,
kadınlar mı?” diye geçirirdim. Kadının cinsel obje olarak algılanması bir yana
Hopa’da yaşanan olayları protesto ederken panzerin üzerine çıkan Dilşat Aktaş’a
yapılan işkenceyi savunmak için bir utanmaz kalkıp da diyorsa “Bir kız mıdır
kadın mıdır bilmem”, ben artık çekinmem “Ben kadınım.” demekten. Ya da
kadınları hediye paketi gibi kırmızı kuşakla damada teslim eden iğrenç bir
geleneğe karşı: “Merhaba
ben bir kadın yoldaşınız.”
Bir gece, çalıştığım
işyerinden çıkarken paramın çalınmış olduğunu fark etmiştim. Gece 11 suları…
Eve yürüyorum. Yaklaşık 40 metre uzunluğunda gözün gözü görmediği bir köprü var
önümde serilen. Yola başlamak ile başlamamak arasında kararsızım. Köprüsüz
yoldan gidersem yol çok daha uzun, yelkovan alıp başını gider, akrep de aşağı
kalmaz. Köprüyü geçmek zorundayım. Birbirini kovalayan arabaların kopardığı
çığlık ile yaşama dair hiçbir belirtinin olmadığı sessizlik birbirine karışıyor
köprüde, ilerliyor adımlarım koşarcasına.
Kendi adımlarım dışında bir çift ayak sesi daha duyuyorum. Bana yakın mı uzak mı? Acaba erkek ayakları mı? Hayatımın en korkunç erkek sesini işitiyorum! “Şşşt saat kaç?” Sessizlik. “Cevap versene saat kaç dedim! O an en önemli şey saatin kaç olduğuymuş!
Super Mario, uçurum
ya da ateşli yollardan geçerken atarinin kollarına nasıl sık ve şiddetli
basardık. Ayak seslerinin yaklaşmasıyla birlikte köprü öyle bir yol oluyor; ben
de Super Mario. Bitti mi prensesi kurtaracağım. Ama köprü bitmiyor. Koşmaya
başlıyorum. O da koşuyor mu acaba düşüncesi beni daha da hızlandırıyor, köprü
bitiyor. “Teşekkürler Mario! Ama bizim prensesimiz başka bir kulede” diyor
önümde uzanan sayısız ara sokak. Kısa molalarla 45 dakika koşuyorum o gece. Olayı çevreme anlatırken bu
şekilde değil de “Gece 11’de köprüde yürürken başıma … geldi.” diye anlatsaydım
verilen tepki boyutunu tamamen değiştirirdi. Tek başıma o saatte orda ne işim
vardı?
Toplumun, kadınların
sokakta olmasına icazet verdiği saatlerde de yaşadıklarımı anlatabilirim. Bana
bir toplu taşıma aracı verin size farklı ve ortak özellikleriyle kadın olmanın
zorluklarından bahsedeyim. Minibüste onca boş yer varken yanıma oturan; rahatsız
olduğum için varacağım yerden erken indiğimde peşimden inip tanışmak istediğini
söyleyen; hastaneye kan aldırmak için girdiğimde camdan bakınca hala beni
beklediğini gördüğüm; dışarı çıkıp kan tuttuğu için bayıldığımda etrafım
kalabalık olduğundan (şanslıyım ki) yanıma gelemeyen aşağılık kişiden ve daha
nicelerinden bahsedebilirim.
Etek giydiğimde minibüse
biner binmez ilk olarak “Başka etek giyen var mı yalnız kalmayayım.” diye
etrafı kontrol etmemden, iğrenç bakışların da eteği kontrol etmesinden
bahsedebilirim. Ben istediğimi rahatça giyebilmek için zengin olup elit bir
yerde yaşamayı mı bekleyeceğim? Şişman ve yaşlı biri olduğumda alın o etek
sizin olsun!
Bazen kol çantasına elimi uzatırken “Sırt çantası alayım da rahat rahat gidip geleyim” dediğim metrobüs yolculuklarından bahsedebilirim. Otobüsün yoğunluğundan faydalanmak isteyen alçaklar olduğu için otobüsten inip dakikalarca diğer otobüsü beklerken sınava geç kaldığım günden de… Tüm bunların yanında “Mühendislik erkek işi değil mi?” diyenlere “Erkek işiyse sen kazansaydın!” diye içimden sitemlerimi de anlatmak isterim.
Bunlar bende iz bırakan
birkaç olay belki. Ama alıştığımız için normalleşen sorunlar hayatımızın
merkezinde. Her gün insanlıkdışı şartlarda toplu taşıma araçları kullanıyoruz. Her
gün eve geç(!) dönememe sorunu yaşıyoruz. Zamanımızı verimli kullanamıyoruz.
Dışarıda geçireceğimiz birkaç saatte "geç oldu mu, az kaldı, babam aradı, ha
gidiyorum, ha gideceğim" diye geçirdiğimiz zamanın da tadına varamadan eve
dönüyoruz. Her gün sokakta adımlarımızın sıklaştığı yerlerden geçiyoruz. Her gün
her gün kadın şiddetiyle ilgili bir habere, ardından örümcek beyinlerin
düşüncelerine katlanıyoruz.
Ben ne anlatırsam
anlatayım Özgecan’ın yaşadıklarını ne anlatabilirim ne anlayabilirim. Anlayacağım
tek şey Özgecan'ın minibüste tek kaldığında hissettikleri olabilir.
Yaşadıklarım, Özgecan'ın minibüsün yoldan saptığındaki korkusunun yanında bile
devede kulak kalır. Hele sonrasında gelen acı ve dehşet... Anlayamam ama her geçen
gün anlama ihtimalim artıyor.
Özgecan tek değildi
ama son olması için elimizden geleni yapmalıyız. Medet umduğumuz hükümet bir şey
yapacak olsaydı 2002'de N.Ç.'nin tecavüzcülerine yapardı. Medet umduğumuz
devletler bir şey yapacak olsaydı kadın hakları tüm dünyada yıllardır kan
dökülerek kazanılmazdı. Medet umduğumuz devlet, tecavüzcü ise kimden medet
umuyoruz!
Marksizm bize
çözümün önerilenlerden daha derinlerde olduğunu öğretti. Tüm kadınları Özgecan
ve gün yüzünde olan ama ilk defa bu kadar şiddetle gözlerine sokabildiğimiz
sorunlarımız için esas kimliğimiz işçi sınıfı merkezli mücadeleye çağırıyorum!
Yazımı New York’ta
128 kadın işçinin bir fabrikada yanarak can vermesinin ardından yazılan şiirden
bir kısım ile bitirmek istiyorum:
Yürüyoruz yürüyoruz,
erkekler için de yürüyoruz
Çünkü hâlâ bizim
oğullarımızdır onlar
Ve biz hâlâ analık
ederiz onlara
En zorlu iş, en ağır
ekmek
Ve çalışmak doğuştan
mezara dek
Ve böyle sürüp
gitsin istemiyoruz
Yaşamak için ekmek
Ruhumuz için gül
istiyoruz!
İstanbul Üniversitesinden İMD'li bir öğrenci
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder