18 Şubat 2015 Çarşamba

Ben Bir Kadın Olarak...


Yürüyoruz yürüyoruz, erkekler için de yürüyoruz

Çünkü hâlâ bizim oğullarımızdır onlar
……

(James Oppenheimer, Ekmek ve Güller, 1911)


Merhaba ben bir kadın yoldaşınız. “Kız değil, kadın!” cümlesini ilk deştiğimde yıllardır yaptığımız bu ayrıma şaşırıp, kadın kelimesini sahiplenmek istemiştim. Ama bize dayattıkları düşünce o kadar ayrımcı ki kendi kimliğime seslenişim zaman aldı. “Kadın arkadaşımız”, “Ben kadın olarak…”, “Kadınlar yurdu”. Bu kelimeyi kullanışlarımda karşımdaki çoğu kez afallamıştır. Öyle ki bazen ben bile söyleyemedim. “Pardon kadınlar lavabosu nerede?” demek için içimden bir saniye “Bayanlar mı diyeyim, kadınlar mı?” diye geçirirdim. Kadının cinsel obje olarak algılanması bir yana Hopa’da yaşanan olayları protesto ederken panzerin üzerine çıkan Dilşat Aktaş’a yapılan işkenceyi savunmak için bir utanmaz kalkıp da diyorsa “Bir kız mıdır kadın mıdır bilmem”, ben artık çekinmem “Ben kadınım.” demekten. Ya da kadınları hediye paketi gibi kırmızı kuşakla damada teslim eden iğrenç bir geleneğe karşı: “Merhaba ben bir kadın yoldaşınız.”

Bir gece, çalıştığım işyerinden çıkarken paramın çalınmış olduğunu fark etmiştim. Gece 11 suları… Eve yürüyorum. Yaklaşık 40 metre uzunluğunda gözün gözü görmediği bir köprü var önümde serilen. Yola başlamak ile başlamamak arasında kararsızım. Köprüsüz yoldan gidersem yol çok daha uzun, yelkovan alıp başını gider, akrep de aşağı kalmaz. Köprüyü geçmek zorundayım. Birbirini kovalayan arabaların kopardığı çığlık ile yaşama dair hiçbir belirtinin olmadığı sessizlik birbirine karışıyor köprüde, ilerliyor adımlarım koşarcasına.

Kendi adımlarım dışında bir çift ayak sesi daha duyuyorum. Bana yakın mı uzak mı? Acaba erkek ayakları mı? Hayatımın en korkunç erkek sesini işitiyorum!  “Şşşt saat kaç?” Sessizlik. “Cevap versene saat kaç dedim! O an en önemli şey saatin kaç olduğuymuş!

Super Mario, uçurum ya da ateşli yollardan geçerken atarinin kollarına nasıl sık ve şiddetli basardık. Ayak seslerinin yaklaşmasıyla birlikte köprü öyle bir yol oluyor; ben de Super Mario. Bitti mi prensesi kurtaracağım. Ama köprü bitmiyor. Koşmaya başlıyorum. O da koşuyor mu acaba düşüncesi beni daha da hızlandırıyor, köprü bitiyor. “Teşekkürler Mario! Ama bizim prensesimiz başka bir kulede” diyor önümde uzanan sayısız ara sokak. Kısa molalarla 45 dakika koşuyorum o gece. Olayı çevreme anlatırken bu şekilde değil de “Gece 11’de köprüde yürürken başıma … geldi.” diye anlatsaydım verilen tepki boyutunu tamamen değiştirirdi. Tek başıma o saatte orda ne işim vardı?

Toplumun, kadınların sokakta olmasına icazet verdiği saatlerde de yaşadıklarımı anlatabilirim. Bana bir toplu taşıma aracı verin size farklı ve ortak özellikleriyle kadın olmanın zorluklarından bahsedeyim. Minibüste onca boş yer varken yanıma oturan; rahatsız olduğum için varacağım yerden erken indiğimde peşimden inip tanışmak istediğini söyleyen; hastaneye kan aldırmak için girdiğimde camdan bakınca hala beni beklediğini gördüğüm; dışarı çıkıp kan tuttuğu için bayıldığımda etrafım kalabalık olduğundan (şanslıyım ki) yanıma gelemeyen aşağılık kişiden ve daha nicelerinden bahsedebilirim.

Etek giydiğimde minibüse biner binmez ilk olarak “Başka etek giyen var mı yalnız kalmayayım.” diye etrafı kontrol etmemden, iğrenç bakışların da eteği kontrol etmesinden bahsedebilirim. Ben istediğimi rahatça giyebilmek için zengin olup elit bir yerde yaşamayı mı bekleyeceğim? Şişman ve yaşlı biri olduğumda alın o etek sizin olsun!

Bazen kol çantasına elimi uzatırken “Sırt çantası alayım da rahat rahat gidip geleyim” dediğim metrobüs yolculuklarından bahsedebilirim. Otobüsün yoğunluğundan faydalanmak isteyen alçaklar olduğu için otobüsten inip dakikalarca diğer otobüsü beklerken sınava geç kaldığım günden de… Tüm bunların yanında “Mühendislik erkek işi değil mi?” diyenlere “Erkek işiyse sen kazansaydın!”  diye içimden sitemlerimi de anlatmak isterim.

Bunlar bende iz bırakan birkaç olay belki. Ama alıştığımız için normalleşen sorunlar hayatımızın merkezinde. Her gün insanlıkdışı şartlarda toplu taşıma araçları kullanıyoruz. Her gün eve geç(!) dönememe sorunu yaşıyoruz. Zamanımızı verimli kullanamıyoruz. Dışarıda geçireceğimiz birkaç saatte "geç oldu mu, az kaldı, babam aradı, ha gidiyorum, ha gideceğim" diye geçirdiğimiz zamanın da tadına varamadan eve dönüyoruz. Her gün sokakta adımlarımızın sıklaştığı yerlerden geçiyoruz. Her gün her gün kadın şiddetiyle ilgili bir habere, ardından örümcek beyinlerin düşüncelerine katlanıyoruz.

Ben ne anlatırsam anlatayım Özgecan’ın yaşadıklarını ne anlatabilirim ne anlayabilirim. Anlayacağım tek şey Özgecan'ın minibüste tek kaldığında hissettikleri olabilir. Yaşadıklarım, Özgecan'ın minibüsün yoldan saptığındaki korkusunun yanında bile devede kulak kalır. Hele sonrasında gelen acı ve dehşet... Anlayamam ama her geçen gün anlama ihtimalim artıyor.

Özgecan tek değildi ama son olması için elimizden geleni yapmalıyız. Medet umduğumuz hükümet bir şey yapacak olsaydı 2002'de N.Ç.'nin tecavüzcülerine yapardı. Medet umduğumuz devletler bir şey yapacak olsaydı kadın hakları tüm dünyada yıllardır kan dökülerek kazanılmazdı. Medet umduğumuz devlet, tecavüzcü ise kimden medet umuyoruz!

Marksizm bize çözümün önerilenlerden daha derinlerde olduğunu öğretti. Tüm kadınları Özgecan ve gün yüzünde olan ama ilk defa bu kadar şiddetle gözlerine sokabildiğimiz sorunlarımız için esas kimliğimiz işçi sınıfı merkezli mücadeleye çağırıyorum!

Yazımı New York’ta 128 kadın işçinin bir fabrikada yanarak can vermesinin ardından yazılan şiirden bir kısım ile bitirmek istiyorum:

Yürüyoruz yürüyoruz, erkekler için de yürüyoruz
Çünkü hâlâ bizim oğullarımızdır onlar
Ve biz hâlâ analık ederiz onlara
En zorlu iş, en ağır ekmek
Ve çalışmak doğuştan mezara dek
Ve böyle sürüp gitsin istemiyoruz
Yaşamak için ekmek
Ruhumuz için gül istiyoruz!

İstanbul Üniversitesinden İMD'li bir öğrenci

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder